|
|
|


|
|
 |

· Yazar Adı: Mazlum GÜLER
· Toplam Yazıları: 5
Avcıyla avın en hazin öyküsüdür meterisler. Kıbrıslı Zenon’la günümüze aktarılan Ezop masallarından tutun da La Fontaine’nin anlatılarına kadar binlerce ibret verici hikaye ile doludur hayvanlar alemi. Cümle dünyanın her alanı bu ibret hikayeleriyle doludur, sivrisinek sesini saz bilenlere.
Zemheride fil yutan beyaz kar kaplayınca bütün doğayı, kurt kuş ve tekmil mahlukat yiyecek telaşına düşer canhıraş. Çünkü beyaz örtü öyle kaplar ki her yanı, bir kalem ucu kadar karaltı göremezsin dağlarda. İşte bu ortamda hayatta kalma ve bir parça yiyecek bulma adına her yol denenir. Kurtlar şehirlere iner, tilkiler kümeslere saldırır - köpekler tarafından parçalanma tehlikesini göze alarak. –
Kekliklerse daha ürkektir. Göze alamazlar köylere inip buğday peteklerinden aş aşırmaya. Çünkü ne tilkiler kadar kurnaz ne de kargalar kadar yüzsüzdürler. Bundandır ki sarp yamaçlarda habire uçup dururlar oradan oraya. Gördükleri en ufak taş parçasının etrafını eşeleyip ne bulurlarsa hakkına razı olup dururlar. İşte avcıların meteris denilen hain tuzakları da burada devreye girer.
Genellikle dere kenarlarına yapılır meterisler. Bir kaya dibine yapılan küçük bir kulübenin üstü dam yapılır. Zaten çok geçmeden karla örtülür. Ve dışarıdan bakanlarca seçilmez olur. Sonra hemen önündeki düzlük alanda bulunan karlar kazınarak bol miktarda buğday serpilir. Ve günü kurtarma telaşındaki keklikler üşüşür bu beleş ziyafete. Sonraki gün tekrar serpilir buğday avcı tarafından ve keklikler tekrar indirir midelerine.
Avcının amacı ilk geleni vurmak değildir. Çünkü onun getireceği daha çok keklik vardır. Zaten onlar da gelir çok geçmeden. Bu döngü keklikler oraya tam olarak güvenene kadar devam eder. İşte avcını tuzağı da burada başlar.
Henüz gün doğmadan buğdayı serper meterisin önüne ve girip bekler avının gelmesini. Keklikler sabah kahvaltısı bulmanın sevinciyle üşüşünce sofraya, basar tetiğe avcı. Tek atımda onar yirmişer keklik ölüsü düşer olduğu yere. Yaralananlar da olur elbet. Ama hiçbir yere kaçamazlar bu beyaz örtüden. Çünkü kan izleri kolay görünür beyaz karda.
Küçük ihtimal de olsa bazıları kaçar kurtulur bu pusudan ve anlatır insanoğlunun bu kalleş tuzağını bütün börtü böceğe. Ve uzun süre hiçbiri uğramaz olur bu muhite. Sonra zaman geçer ama kış bitmez bir türlü. Açlık bastırır diğer yandan ve unutulur verilen bütün sözler. Tekrar konarlar meteris önüne ve son duydukları şey, kesif barut kokusuyla saçma sesleri olur. Çoğu kez yedikleri buğday taneleri kursağından geçmeden ölürler. Ve canlarıyla öderler oturdukları bu harami sofranın diyetini.
Sadece bununla bitmez kınalı kekliklerin ibret hikayeleri. çünkü sadece karın doyurmak yetmez hiçbir canlıya. Bahar gelip de her taraf yeterince yiyecek dolunca, kıştan kalan açlığın acısını doyasıya çıkarırlar keklikler. Ama bu kez de üreme telaşı sarar bütün canlılara gibi keklikleri de. Meri kekliklere sevdalı erkekler durmadan serenat ederler koyaklardan. Ve sevgilinin ilk davetkar sesiyle süzülürler sesin geldiği yere.
Ama bu ses bazen bir sevdalının cevabından çok iğrenç bir pusunun diş gıdırdamasıdır aslında. Avcılar tarafından beslenip semirtilen meri keklik ötüşüyle pusuya düşürür ona sevdalı sesi. Ve kayalar arasında gizlenmiş kafese yaklaşanlar vurulur birer birer. Bu kalleş tavrından dolayı sevilmez kınalı keklikler bizim oralarda. Çünkü ayakları kana bulanmıştır ve kınasının al rengi kandan gelmektedir . Ver her şeyden önemlisi kendi ırkına ihanet etmiştir de ondan sevilmez kınalı keklik.
İnsanoğlu da Habil ve Kabil den bu yana hayvanlardan çok şey öğrenmiştir. Tilkiden kurnazlığı, kargadan yüzsüzlüğü, baykuştan uğursuzluğu, aslandan cesareti, yılandan sinsiliği keklikten kalleşliği öğrenmiştir. Ve kötülükten yana öğrenilen ne varsa günümüzde hala sürüp gitmektedir insanat dünyasında.
KİMSİN SEN ?
Çok garip yaratıktır
bu insan denen varlık. Ne olup ne olmadığının farkına varmamış, varlık nedenini tam olarak kavrayamamış, kafası yüzlerce soruyla karışık bir durumdadır. Bu nedenledir ki yeryüzünde diğer varlıklarla yaşadığını fark ettiğinden bu yana onlardan farkını hep sorgulaya gelmiştir. İlk çağdan helenistik döneme, oradan da günümüze kadar bu konu üzerine hep değişik fikirler üretip durmuştur.
İlk bakışta konuşma veya düşünme yetimizin en büyük ayırt edici özelliğimiz olduğu sanılmış ancak daha sonra konuşan ve belli ölçüde düşünen hayvanların varlığının keşfiyle beraber, insanın düşünen ve konuşan tek hayvan olduğu tezi çürümüştür. Örneğin papağanlar da konuşur. Ve ortalama maymun türleri öğrenme yeteneğine sahiptirler.Öyleyse hayvanlardan bizi ayıran başka özelliklerimiz olmalı.Ortalama her canlı yaşamını devam ettirme kaygısıyla beslenme, üreme, barınma ve korunma gibi yetilerle donatılmıştır. O halde bizim diğer varlıklarla farkımızı ortaya koyacak başka bir şey bulmamız gerektiği sonucu ortaya çıkmaktadır.
Şairin dediği gibi ‘yaşamak sadece yaşamak yosun solucan harcıdır.’ İnsanın yosun ve solucanlardan farklı olan en önemli ayırt edici özelliği direncidir. Yani isyan etme güdüsüdür. Örgütlü bir toplumda olup bitene seyirci kalmadan başkaldırdığımız ve isyanımızı yürek dolusuyla haykırdığımız sürece insan olmaya bir adım daha yaklaşmış oluruz. Yoksa ne farkımız kalır çayırdaki ottan veya onunla beslenen koyundan.
Yerküre üzerinde milyarlarca canlının gelip geçtiğini düşünürsek günümüzde bunlar içinde en fazla hatırlananların haksızlıklara karşı duran direnişçiler olduğunu görürüz. Dahak'ın kanlı zulmüne karşı koymayan Demirci Kava yı bugün kim hatırlardı ki? Pir Sultan sazını mızrak gibi savurduğu için bugün bile dimdik ayaktadır.
Şimdi herkes oturup bu soruyu bir kez daha sormalı kendisine. Kimim ben. Yalnızca günlük yaşamsal kaygılarla hareket eden sıradan bir yaratık mı yoksa zulümler karşısında direnen bir İNSAN mı? Çevremizde olup biten olumlu veya olumsuz ne varsa bunda bizim de katkımız olduğunu unutmamalıyız. Çünkü zulmün karşısında sessiz kalmak da zalimin vahşet değirmenine su taşır. Eğer susuyorsak zulüm daha da artarak devam edecektir. Ve ne yazık ki bu vahşete bizim de katkımız olacaktır.
Dört yanı ateş çemberiyle sarılmış bir coğrafyada yaşıyoruz bugün. İnsana düşen en büyük sorumluluk o ateş bizi de yakmadan sönmesine katkı sunmaktır. Hatta ateşin bizi yakma ihtimali olmasa dahi canı yananların acısını tenimizde hissederek karşı koymalıyız bu şiddete. Çünkü bana dokunmayan yılanı beslersek mutlaka bir gün bizi de sokar. Ve dünyayı yılanlar sarar.
Madem direndikçe İNSAN olduğumuza inanıyoruz o halde Bu yazıyı okuyan herkese bir daha soruyorum KİMSİN SEN?
Direncinle,
Onurunla, umudunla insansın.
Karıncanın çığlığını ve kardelen sürgününü damarlarında hissetmiyorsan
İçinde yüzdüğün gözyaşı denizini yaşamak sanıyorsan
Ve çevreni saran çığlıkları duymuyorsan,
Sen ne kadar insansın.
Bir ağaç bile damarlarını inatla toprağa geçiriyorsa
Bir serçe bile yuvasını tırnaklarıyla koruyorsa
Dur bir daha düşün derim sana
Farkın nedir derede boy veren yosundan
Seneler seneler kötü seneler
Gide de gelmeye o kötü sene... "
Cinsinden uğursuz bir yıldı. Lanetli bir fırtınayla binlerce çınar sökülüp atıldı Dersim dağlarından. O güne kadar umarsızca budanan baltalanan ve kurutulanlardan arta kalanlar şimdi de sürgün edilmekteydiler.
Kadınlar vardı bu ormanda çocuklar vardı. Yaşlılar vardı bu ormanda, gençler vardı.Gule ler vardı bu ormanda Xıdolar ve Şilanlar vardı. Yani her yaştan her renkten ve her diyardan onbinlerce insana defolup gidin denildi bir sabah ansızın, sorgusuz ve yargısız. Biz vatan derdik oysa şimdi haritanın ortasında yangın yeri gibi kapkara bir alan durur. Resmi yazışmalardaki adı memnu mıntıka.
Bozan tepesinden Laç deresine kadar önüne gelen herkesi dipçik, namlu ve süngü zoruyla toparlayıp koyun gibi sıraya dizdiler. Çoğunun ayağında yırtık çarık bile yoktu. Bohçasında kurtlu çökelek ve arpa ekmeği, tabakasında bir sarımlık Ergani tütünü; yola koyuldular Harput a doğru. Kimi nazilli kimi Bursa ya ve birçoğu bilinmez meçhul diyarlara. Katar katar sıtmalı ve küf kokan trenlere istif edildiler. İçi ve dışı kapkaraydı bu vagonların. Nefes almak bile imkansızdı. Çünkü daha önce koyun taşınırdı bu vagonlarda.
Yıl 1938
İnsanoğlunun yaşayıp göreceği tarihin en büyük trajedilerinden biri başladı böylece. Ne yamandır ki bu insanların acısı not düşülmedi insanlık tarihine. Ücra bir köşede açan mevsimsiz çiçekler gibi solup gittiler. O güne kadar biriktirdikleri anıları, yaşattıkları kültürü, geçmişi, bugünü ve yarınlara dair tüm özlemleri eşsiz bir hazine gibi ardıç ağaçlarının köküne gömerek çekip gittiler. Günü gelince tarihin bu çamurlu sayfalarından tekrar çıkarsınlar diye. Ama olmadı. Birçoğu bir daha dönemedi ilk filiz verdiği topraklara.
Arkasında umutlarını bıraktılar
Arkasında toprak damlar
Arkasında keklik sesi
Arkasında baba mezarları
Ve arkasında milyonlarca yıllık bir tarih..... çekip gittiler
Yıl 1938.
O gün bu gündür yerinden yuvarlanan kayalar gibi hala savrulup durmaktayız dünyanın dörtbir yanına. Ne zaman nerede toprağa sürsek köklerimizi, burası vatandır desek hep o lanetli kasırgalar ve hortumlar belirir arkamızda. Bu yüzden hiçbir toprak şefkatle kucaklamaz bizi. Ve hiçbir yer o tılsımlı tadı vermez bize.
Sürgün acısını ancak vatanını kaybedenler anlar. Çünkü aslolan kafeslerin hammaddesi değil acı olan bülbülün tutsak edilmesidir yaban ellerde. Altın kafeslerin ve sırça köşklerin yalancı konforu hiçbir zaman cezbetmez bizi. Munzur kıyısındaki bir toprak damda içilen demli bir çayın sahici mutluluğunu hiçbir kuşsütlü sofralara değişmeyiz.
Yıl 2005
Bu boran ve hasretlik devam etmekte hala. Yaşam alanlarının yok edilmesi, yani insanı insan yapan değerlerin katledilmesi bu sürgüne zemin hazırlayan en önemli etkenlerdir. Bir kuşun yuvasını yıkarsanız, keserseniz ağacı besleyen suyu, ölmek veya gitmekten başka seçenek bırakmazsınız.
Adalet mülkün temeliyse eğer, bu mülkün temeline dinamit koyanlar modern Hızır paşalardır. Merhamet değil sizden istediğimiz, yalnızca adalet. Tek isteğimiz yurtsuz kalan bir halkın haklı feryadına kulak vermeniz. Yeter ki geri verin bize çalınmış yıllarımızı ve yakılmış köylerimizi. Viran edilen o toprakları yeniden gülden bir vatana dönüştürmek bizim elimizde. Çünkü yakılmış ormanları yeşertecek sevgiyi henüz yitirmedik yüreğimizden.
Kızılderili atasözünün dediği gibi:
‘VARSIN BEYAZ ADAM YAĞMURLARIMIZI ÇALSIN, BİZİM TOPRAĞIMIZI SULAMAK İÇİN GÖZYAŞLARIMIZ VAR’
Şimdi bahar zamanıdır terkedilmiş kardelenler diyarında. Gölgesinde oynadığımız, ıslık çaldığımız meşeler, yaprağa durmuştur. Kekik ve kenger kokusu pepuk kuşunun ağıtlarına eşlik etmektedir. Çayırlar yeşil yeşil, dereler gürül gürül akmaktadır kalbine baharın. Bahar doludizgin dağlara yürümüştür. Güneşin kızıl mızrakları hayat taşımaktadır doğanın kalbine. Orada bahar biraz da umut mevsimidir aslında. Zemherinin tutsaklığından kurtulabilmiş ne varsa bahara çıkabilmenin tarifsiz mutluluğunu taşır damarlarında.
Oysa biz umutlarımızı çoktan kurban ettik amansız sürgünlere ve acımasız talanlara. Seyyah kuşlar gibi sürgün mevsimindeyiz, doludizgin hüzün mevsimindeyiz kendimizi bildik bileli. Hem de zamanı gelmemişken, hem de bu göçü hiç istememişken bulmuşuz kendimizi uzak kentlerde. O diyarları terkedeli kaç zaman geçti, kaç mevsim değişti, kaç bebek kulaklarında bomba sesleriyle uyandı, kaç çığlık parçalandı çarparak dipsiz uçurumlara unuttuk hesabını. Biz içimizde büyütürken firari dağ hasretini, sesi hep boşluk. Çünkü sesimizin yankısı dostlarımız çoktan terketti o diyarları. Kimi sonsuza, kimi uzak diyarlara çekip gitti. Artık kapılar kör, kapılar sağır ve kapılar ölümüne kapalı.
Neredesiniz diyorum uyanıp kan uykulardan. Nereye gittiniz? Açılmayan kapılardan dönen adresi yitik mektuplar üşüşüyor umutlarıma. Şimdi pepuk kuşu yalnızca kardeşinin yasını değil, öksüz kalmış ceylanların yasını da tutuyor. Bu artık hüzünlü bir hikayeden çok öte bir haykırıştır artık. Bu dağlar eski coşkulu türkülerini unutmuş. Sıcak bir dost selamını almaz olmuş. Koynunda uyuduğumuz, sırrımızı ve en masum sevdamızı paylaştığımız yamaçlar eski şefkatinden çok uzak şimdi. Nereye baksam nerede diz çöküp toprağa uzansam o eski tılsımlı sıcaklığı yok.
Buz gibi karanlıklar çöküyor içime. Cevabını bilmediğim yüzlerce soru dönüp duruyor beynimde. Kimden sormalı şimdi bu hasretin hesabını. Soramıyorum kimseye çünkü bir ben varım bu puslu yalnızlıkta birde kimsesizliğim. Dili tutulmuş hüzzam bir sessizlik kaplamış her yeri. Turnalar semah dönmez olmuş. Dere kenarlarında kırık değirmen taşları yorgun yatıyor. Buğday öğütmüyor artık salkım söğütlerle hüznünü öğütüyor, kıl çuval diplerinden kokusu bile silinmiş düşlerimizi öğütüyor şimdi gözyaşında. Peglerin avlusunda hoyrat devedikenleri. Babamın nasırlı ve bereketli elleriyle beslenen ocaklar tütmüyor artık. Meşe közünde demlenen çayın buğusu yok. Bir kez daha haykırıyorum tüm çığlığımla. Sesim içimi yırtıyor duymuyor kimsecikler. Sonra bir bir dökülüyor dizeler dilimden,
Bir adres daha silindi ömrümüzün yırtık sayfalarından
Bir mektup daha döndü açılmayan kapılardan
Her gün biraz daha incelen ömrümüzün defteri
Yalnızca paslı anıları çoğaltıyor
Ve kederli yenilgileri.
Hiç açılmamış çiçekler gibi
Yaşanmamış zamanlar bırakıyoruz arkamızda.
Bir dostun henüz tükenmemiş gülüşü asılı kalıyor
Savrulup giden ömrümüzün kurumuş dallarında.
Hep birlikte yüklendiğimiz bu hayat
yıkılan her direkten sonra
Biraz daha ağırlaştırıyor yükümüzü.
Aşkımızla kuşattığımız kaleler bir bir düşerken
Yenilgilerimizin borazan sesleri duyuluyor,
Ve bu sesler her gün biraz daha çoğalıyor.
Oysa düşleri sevdalı birer savaşçıydık biz
Yeneriz sanıyorduk bu sürgün hayatını
Okyanusları dolduran biz sanırdık,
Ormanları yeşerten alınterimizdi,
Ve uyanmazsak sabahları güneş doğmaz sanırdık
Bölüştükçe çoğaltırdık ekmeğimizi
Bir tas şarabın aşkıyla sevgililer düşlerdik uzaklarda
Meşelerin bulutlarla öpüşmesi kamçılardı
damarlarımızdaki sevdayı
Oysa şimdi yenilmiş savaşların izleri gözlerimizde
Ve alnımızın çizgileri ürkütüyor bizi.
Bu kalabalık yoldan geriye kalan
Son kalemiz düşmek üzere,
Son adres çoktan silindi
Ve son mektup paramparça.......
Çoğalan hasretimde insana dair ne varsa silinmiş bu kardelenler diyarından. İzi tozu kalmamış sazlı sözlü sohbetlerin. Uçsuz bucaksız bir cennet ülkesi yatar boylu boyunca sessiz ve kimsesiz. Ben sırtıma tüm hasretimi vurup yalınayak aştım bu yolları. Tek umudum yüzünüze yüz sürmek ve doyasıya söyleşmekti. Oysa yoksunuz. Sizin arkanızdan çakallar uluyor şimdi. Yerinden sökülmüş dağlar kadar büyük boşluğunuz.
Şimdi alıp dağlar kadar büyük yüreğimizi serelim upuzun çayırlara. Şevkatimizle büyütelim nergisleri ve terkedilmiş kardelenleri. Başka iklimlerin meltemi vursa da yüzümüze yine de aynı göğün ezgisinde ıslanır yüreğimiz.
|
|
 |
|
|
|
|