
· Yazar Adı: Mehmet TÜZÜN
· Toplam Yazıları: 5
EY MEDİA'NIN ÇOCUKLARI
Üzerinde yaşadığınız toprakların geçmişte nasıl olduğunu, düşündünüz mü? Bugün ne duruma geldiğini, yarın hangi hallere düşeceğini hiç düşünüyor musunuz?
Dedelerinizin toprakları; üzerinde insanların, yerleşik düzene geçtikleri yerlerin başında gelir. Çünkü, havası, suyu, deresi, tepesi, dağı, yayla ve ovaları ile, yaşamaya çok elverişli topraklardır. Yalnız insanlar için değil, hayvanlar için de yaşamaya çok elverişlidir, bu topraklar.
Orada, dünyanın başka yerlerindeki hayvan, ve bitkiler yaşadıkları gibi, yalnızca bu topraklara ait olanları da var. Değerlendiren yok!...
Yarın, sudur, çeşmedir, meradır, ormandır, deredir, kumdur, kildir, madendir" diye hepsi elinizde çıkacak. Zaten hukuken çıkarılmış. Fiilen çıkarılacak. Uğruna öldüğünüz dağ da kalmayacak. Sahibi olmayı bilemezseniz!...
Çocukluğumda, hatta gençliğimde bu toprakların yaşamaya uygun olmadığını düşünürdüm, hep. Neden mi? Belki, fazla sıkıntı cektiğimizden. Fazla zorluklarla karşılaştığımızdan. Bu topraklara uygun yaşamayı bıraktığımızdan.
"Ama her halde, birileri böyle istediği için" daha doğru oluyor.
Avrupa'nın gelişmiş dağlık bölgelerini gördükçe, düşündükçe bunun doğru olmadığını anlamaya başladım.
Aslında bu topraklara, yani ezeli ve ebedi yurdumuza haksızlık ettiğimizi fark ettim. Sorun yurdumuzun iklimi, coğrafi yapısı ya da doğal dengeleri değildi. Sorun beşeri coğrafyada idi. Yani, idari yapısı, üretim ve üretim biçimleri, yapılan işler ve insan ilişkilerinde idi, sorun.
Her tarafından buz gibi suların fışkırdığı coğrafyada içme suyu skıntısını, anlamak da, anlatmak da çok zor. İki kilometre ötedeki suyu köylerine taşıyamayan insanlara gülünmez bile... Hele de bu çağda, bu malzemeler varken... Biraz hortum...
Problem; doğal olanlar değil, sonradan olan ve oluşturulanlar idi. Sorun yaratan, doğalı değiştirme ve yapaylaştırmadır. Müdahale dışarıdandır.
Bu topraklar, yalnızca, yerleşime ilk geçilen yerler değil, aynı zamanda hayvanların ehlileştirlip bakılıp, çoğaltıldığı yerlerdir. Eski hayvancılığı bıraktık. Modern olandan da çok uzak duruyorsunuz.
Buralar, sebze ve meyvaların üretilip çoğaltıldığı yerler idi, bir zamanlar. Bağlarınız, bahçeleriniz, seralarınız şimdi neden yok? Yok mu, para kazandıracak ürünümüz? Olamaz mı? Bir ot, bir çiçek, bir ağaç...
Orman içleri, kırlar, yaylalar, dağ etekleri dedelerinizin beslendiği bitkilerle dolu. Daha yetmiş, seksen yıl öncesine kadar da dedeleriniz bunlarla yaşadı.
Hadi bunları üretip çoğaltmayı düşünmüyorsunuz. Geliştirmiyorsunuz. Peki mevcutlarını neden değerlendirmiyorsunuz. Yoksa, bunların para eder ürünler olmadığını mı düşünüyorsunuz?
A dostlar! Söyler misiniz? Başkaları kekikten kaç milyon EURO kazanıyor. Hem de Bursa'da ekip biçerek...
Şurubun, şarabın, şıranın, pekmezin, helvanın, pestil ve sucuğun ilk yapıldığı yer nere? Neden bunlar için üretim yerleriniz yok? Süper marketlerin raflarından almak, çok mu kolay geliyor?
Mayalı, mayasız içeceklerin ilk yapıldığı yerler de; bu topraklardır.
Neden, doğal meyve suları üretemiyorsunuz? Neden içmiyorsunuz? Neden bunu bilmiyorsunuz?
Siz ki; hayvanlardan aldıklarını, çeşitli ürünlere dönüştüren dedelerin torunlarısınız! Bu hale nasıl geldiniz? Trakya teneke peynirinin tadına alıştınız. Üretmek, zor mu geliyor? Marketten aldığınız tarhana, ne denli, sağlıklı?
Sebzenin, meyvenin daha uzun süre saklanmasının yol ve yöntemlerini kendi öğrenen ve hatta aleme öğreten dedelerin torunlarısınız. Bugünkü duruma nasıl geldiniz? Bingöl'de Muş'ta, Tavan'da Ağustos ayında Ankara karpuzu yemek kolay...
Bulamadığınız gün, nice olur haller?
Soğan ve patates, yayla bitkileri. Yazın yollarınızda geçit vermeyen o patates, soğan yüklü koca kamyonlar Konya Ovası'ndan mı geliyorlar? Yoksa, en büyük şirketlerin GAP'ta ucuza kaptıkları düzlüklerden mi?
Sizin derelerinizde, vadilerinizde yarın kimler; somon ya da alabalık yetiştirecek? Siz mi? Başkaları mı? Biz diyorsanız, "hangi kafayla" diye sorarlar adama. Bilgi "BATI"da, teknik "BATI"da, girişim "BATI"da, sermaye "BATI"da...
Sende onlar yok... Ve senin "BATI" ile ilşkilerin yok. Dost değilsin. Dost ne kelime, düşmansın, ONLARA. Bakarak ideolojik bir gözlükle, ya da softanın penceresinden...
Kahraman olmak varken ölümlerinizle, oruçlarınızla! ( Merak etme yolunuzu açan birilerini bulurlar...)
Çevrenizdeki ağaç, taş, toprak ve kemikten araç, gereç geliştiren; dolayısıyla yaşamayı kolaylaştıran, refah ve huzuru artıran ninelerin ve dedelerin torunları! Maden cevherleri nerelere taşınıyor? El sanatlarınız ne oldu? Tezgahlarınıza, atelyelerinize ne oldu. Akılıca oldu mu, başkalarının vereceği işi beklemek? Elbette işi olanlarımız vardır. Ama anadilinizi konuşacak torunlarınız ne ile geçinecekler? Ne ile yaşamlarını sürdürecekler? (Bu kafalarla konuşan kalırsa, ölmek varken...)
Bazıları şunu iyi bilmeliler ki; ekonomisi olmayan toplulukların dili de olmaz. Dini de kalmaz. Kültürü de kalmaz...
Gene derim ki; doksan, yüz sene önce her şeyini teslim edenlerin hepsi; dillerini (Zazakî/Kurdî) çok iyi biliyor ve konuşuyorlardı. Peki neden bu hallere düştüler? Hepimizin yüreği yanıyor. Ancak, yüzeysel ve afakî izahlar yetmez.
Hangi hastalıklar, afetler, belalar; o ataların sonraki nesillerini naçar ve biçar düşürdü.
O bilinenleri unutan, sürünen yorgun ve argın kitlelere dönüştüren hangi saldırıları yaşadılar?!
Bilgilerini, bilinçlerini, inanç ve aydınlıklarını yitirten hangi talan, yıkım ve yangınlar böylesine etkiledi? Hem de bugüne dek...
Analarımızı gerileten, erkekleri saldırganlaştıran, başkalarının elinde, canlı ya da ölü bomba olmalarına sebep anlayışlar ve idareler nereden geldi? Neden, hep ölüme koşmalarının önü açıldı? Açılmaya da devam ediliyor... Ölmekle sorunlara çözüm bulunamıyor. Yaşamayı bilmek lazımdır. Yaşamayı becermek gerekir.
Sardı... Sarmaladı. Esir aldı. Beyinleri bastırdı. Şuurları bilinçleri, yöredeki faylarının derinliklerine gönderdi. Davranış muhasebesini ne zaman yapmalı? Bu "Davaranışımdan kâr mı, zarar mı ediyorum" diye soracak mıyız?
Silkinerek kalkasınız... Ayaklarınız ve dizleriniz üstünde durabileseniz!... Gözlerinizle görebileseniz!.. Kulaklarınızla duyabileseniz!.. Aklınızla idrak edbileseniz!.. Ki daha iyi yaşamak var.
Teknik nasıl öğrenilir? Çağın gerçekleri nedir? Kimler ülkeyi idare ediyor? Kimler dünyayı..? Dostları benim dostum mu? Düşmanım benim düşmanım mı?
Ah! Algılanıp da, "Kendisi olamayan, hiç bir şey olamaz" anlaşılsa.
Dostlarınız sizin dostlarınız mı? Düşmanları sizin düşmanınız mı? Neden bilime, tekniğe, sosyal ve ekonomik gelişmişliğe, yani refaha düşman ettiler sizi? Neden siz batı karşıtı oldunuz?!. Batı düşmanlığının, sadece geri kalmanız için kullanıldığını, niçin hiç düşünmüyorsunuz? Başkalarının takıp çıkardıkları ve de bize hiç ait olmayan ideoloji gözlüklerini ne zaman kenara iteceksiniz?
Bir de yalvaran, yakaran, kendini yakan duygusallığı...?
Dönüp de atalarınız; Media'dan bugüne taşınanlara bakabilabilse. Neler kalmış geriye...
Selam olsun! yaşamayı, yaşatmayı bilenlere!
Ana Dilin Ne ?
Anadilin Ne ?
“Insanını, halkını sevmeyen değer vermeyen bir ülke“ düşünün.
Memleket`te olanları, bir an unutun!
Yurtdışında yaşayanların hepsinin, yılda bir kaç kez uğrak yeri, konsolosluklarımızdır.
Yaz -kış, yağmur- kar fark etmez. Konsolosluklar önünde uzayıp gider, kuyruklar. Ve içerdeki muameleden her vatandaş; öğrencisi, işçisi, ama herkes; ayrımsız, bundan nasibini almıştır.
İşçiler; uzun yılllardan beridir, gide gele bunu kanıksamışlar.
Bir kaç saat dışardaki kuyruktan sonra; önce bahçe kapısından içeri girilir. Bahçedeki korkulukların son bulduğu yerden itibaren, ikinci bir kapı var. Orada beklemeye alınırsınız. Zırhlı camlı kapıları var.
Iceriye iki kişinin girmesi için yapılan anons ile birlikte kapı açılıyor. Içeri girilir. Bu defa, elektronik aramanın olduğu kapıdan geçilir. Bundan sonra, tekrar arama var. Nihayet son bir kapıyı daha aşarak koridora atabiliyor, insanlar kendini.
-Oh be nihayet!...
Kaç kapı oldu sahi?!
Neden bu kadar cok kapı?
Sonra, şıkışık, dar koridorlarda beklenir. Bazen sonuçlanır. Bazen de sonuçlanamayan bir bekleyiş, alıp gider.
Dışarda 10 cent olan fotokopi; icerde 1 € ya çekiliyordu. Sanki; "Gelmişken, biraz yolalım" türünden de bir mauamele...
Ben de; doktora öğrencisi olarak bağlı bulunduğum konsolosluğa defalarca gittim. İşlemlerimi yaptırmaya çalıştım.
Görüntü; çok önemli değildi... İşlemlerimi yaptırmalıyım.
Ve her ne pahasına olursa olsun, doktora ögrenimimi iyi bir şekilde sona erdirmeliydim...
Ama bunlar, sırf istemekle olmuyor. Birbirine bağlı, yürüyen işlemlerdir.
Önce askere sevkin tehir işlemleri yapılacak. Bu tehir yapılmayınca da pasaport süresi uzatılmıyor. Pasaport süresi uzatılmayınca da, yabancılar polisinden oturma izni alamıyorsunuz.
Ve işte! Kaçak duruma düşümeler... vs.
Bu işlemler; doktora çalışmasından daha önemliydi, sanki!...
Herkes gibi, benim de bir kaç kez pasaportumu konsolosluk kapısına fıraltıp, "nale li weji, iş é weji, xéra weji herre!.." deyip gitmek, geçmiştir, içimden.
Ama, ne yapacaksın işte!... Ya sabır deyip, kendimi teselli ediyorumdum.
Bir defada beş yıl uzatılabilen pasaport süresini ben; dört ya da beş aylığına uzatabiliyordum. Şanslılardan değildim, ben...
Gizli örgütler gibi şeylerle de, hiç mi, hiç bir alakam yoktu. Olmamıştı...
Varım, yoğum; kendi işime, doktora çalışmama yogunlaşmak idi.
Ama galiba, herşeye ragmen, kimlik ya da nufus cüzdanındaki yer...
O sefer, aldığım raporlar sayesinde, dört aylığına pasaportumun süresini uzattırmıştım. Ama dört ay ne olacak ki, geldi geçti bile...
Her defasında, bana kâbuslar yaşatan o gün geldi, çattı. Mecburdum... Pasaportumun süresini uzatmalıydım.
Yeni bir eğitim ateşesinin geldiğini ve Bitlisli olduğunu duymuştum.
Bitlisli, Edirneli, ya da başka bir şehirli. Ne fark eder ki... Mecburdum, gidecektim.
Bahçeye girdiğimde, içimde kötü bir his. Ama olsun, dedim kendi kendime...
İyi, ya da kötü. Çok önemli değildi... İşlemlerimi yaptırmalıyım.
Ve her ne pahasına olursa olsun, doktora öğrenimimi iyi bir şekilde sonuçlandırmalıyım...
Yine her zamanki rutin işlemlerden (beklemeler, kapılar, aranmalar, sorulardan) sonra Münih Başkonsolosluğu Egitim Ateşeligi'ne gittim.
Bitlis`liye benziyen yeni Ateşe'mize "Hoşgeldiniz! Hayırlı olsun!" dedikten sonra:
"Pasaport süresini uzatmak için geldim" dedim.
"Dosyanı şu karşıki dolaptan çıkarır mısın" dedi.
"Halla halla! Eskiden dosyalara hiç dokunamazdık. Şimdi, dosyamı benden istiyor, bu adam. Çok tembel biri mi" yoksa deyip, kendi kendime söylenmeye başladım,,,
-Buyurun Hocam! dosyam!...
Dosyayı inceledikten sonra:
-Ne kadar uzatalım ? İki yıl hakkınız var.
"Bunda bir terslik olmalı. Daha önceleri, bir iki aylığna. Şimdi bir kaç yıllığından bahs ediliyor!..." diye geçirdim, içimden
-Yok hacam. Ben fazla istemiyorum.
( Ben aylara alışmışım, şimdi bir kaç yıllığına demek de, neyin nesi)
-Dersleriniz nasıl ? Doktora çalışması nasıl gidiyor? Üniversitedeki hocalarınızla ilişkileriniz nasıl? Sizlerden ve geldiğiniz fakültelerden memnunlar mı? -Taze çayımız var. İçmek isterseniz, buyurunuz bardak ve çay orada.....
"Sorulması gereken şeyleri ve görmemiz gereken muameleyi, ne çok da özlemiş... Ama, çok yadırgıyorum.
Ve bunun altında, bir bit yeniği çıkacak diye", de korkuyorum.
-İyi, Hocam! Nasıl olsun, işte! İdere ediyoruz.
-Geldiğimde, ben de diğer öğrenciler gibi, biraz Almanca ile boğuştum. Şimdi iyi gidiyor...
-Ana dilin ne ?
"Bak sen şimdi!
Kapıdan içeriye, olmadik eziyetle girmişim. Şimdi bana, anadilim soruluyor. "Sahi ben neredeyim, Başkonsolosluk mu burası, rüya mı görüyorum, yoksa" diye daldım, gittim.
-Türkçe.
-Ana diliniz ne?
-Hocam! duymadınız, galiba. Türkce dedim.
-Cemal Bey! Türkçe olduğunu duydum. Ben anadilinizi soruyorum.
-Anadilin ney?
-Türkçe Hocam! Türkçe... (Diyorum. Ama, bir taraftan da, kendi kendime söyleniyorum. Yaho! bu adam nereden çıktı?!... Böyle soru sorulur mu? Zaten bir zar zor uzattırdığım pasaportumun süresini, herhalde bundan sonra, bir kaç haftalığına uzattırabileceğim)
Akşama kadar sorsa, gene de ısrarla hep "Türkçe" cevabını alacağını, anlamış olacak ki; soru şeklini değiştirerek:
-Kurmanci mi ? Zazaki mi ? diye soruyorum.
Benden yine cevap yok.
-Kiğı'nin neresindensiniz?
-Adaklı.
-Adaklı'nın hangi köyünden?
-Karerliyim
-Karer'in hangi köyünden?
(Ne oluyor bu Bitlisli Hoca'ya! Hani neredeyse, kapı ve hane numaramı da bilecek kadar, bir coğrafi bilgiye sahip.
"Kalkıp gitsem mi" diye içimden geçiriyorum.)
-Sağyan Köyü'ndenim
-Tamam o zaman. Kurmanci konuşuyorsunuz.
-Doğru. Annem kurmancı konuşuyordu. (Simdi Fransizca konusuyor(!))
-Bunda çekinecek bir şey yok. Sadece, annenin konuştuğu dilin gramer yapısının, Almanca gramer yapısına benzerliğini karşılaştırmak istemiştim.
Dolaysıyla, Almanca ile aranızın daha iyi olması gerekir.
-Hocam nerden biliyorsunuz, bu kadar detayı. Bingöl`de mi görev yaptınız?...
Cevap yok ve peşinden
-Hangi aşirettensiniz?
-Tamam. Hocam! Ben yavaş yavaş kalkıp gitmeliyim. Laboratuvarda da yapacak çok işim vardı. Bırakıp gelmek zorunda kalmıştım...
-Tamam gidebilirsiniz. Formu doldurdum. Yukarıya götürün. Muavin Konsolos imzalasın. Askerlik Bölümü'ndeki çalışanlara verirsiniz!... Buyurun ...
İnanamıyarak, formu aldım. Yukarıya, ikinci kata çıkıyorum. Baktım, gerçekten de “ .... tehiri .... , iki yıl süre ile pasaportunun uzatılması için gereğini arz ederim “ yazılıydı.
Tekrar tekrar okudum... Yanlış okumuyordum!
Yetkililere imzalatıp, ilgili yere verdikten sonra, aşağıya, tekrar Eğitim Ateşeliği'ne gittim.
-Ne oldu, Cemal Bey ?
-Birşey olmadı Hocam. Teşekkür etmeye geldim. Gerçekten de iki yıllığına...
Şimdiye kadar, hep aylarla sınırlı uzatiliyordu. Ama şimdi, görüyorum ki....
-Teşekür etmenize gerek yok. Sadece yapılması gerekeni yaptım. Zaten şimdiye kadar, neden bu kadar kısa süreler için uzatıldığını anlayamıyorum.
-Hocam Bitlis'in neresindesin ? diye sordum....
-Ben Mehmet Tüzün, "Bitlis'in Yayladere'sindenim " diye espiri yaptı...
Daha sonraki dönemde, konuştuğum bütün ögrenci arkadaşlardan; sağcısından, solcusundan, herkes, ama herkesten:
“Yeni gelen Eğitim Ateşesi, tam bir eğitimci. Öğrencilere sorun yaratmaz. Yardımcı oluyor. Şimdiye kadar, neden bizlerle ilgilenen, sorunlarımızla ugraşan bir ateşeye rastlamadık “ gibi, çok olumlu şeyler duyuyordum.
Herkes, çok hem de çok olumlu ve hem de pozitif anlatıyordu.
Ama, kendisini, süresi dolmadan, görevden alındı. Yozgat'a gitti.
Hem de o zamanki Dişişleri Bakanimiz Sayin Hikmet Çetin`in bilgileri dahilinde. Tek suçu , nüfusa kayıt yeri olmalı...
O sıralar Bonn Büyükelçisi de Onur Öymen idi.
Insanını, halkını sevmeyen, değer vermeyen bir ülke söyle, deseler; ben; hiç teredütsüz, "Kendi ülkem Türkiye" derim
|